Kyoto ve Otomotiv
Türkiye Büyük Millet Meclisi genel kurulu 5 Şubat 2009 tarihinde uluslararası Kyoto Protokolüne katılınması konusundaki yasa tasarısını onaylayarak yasalaştırdı. Bu yasa, 1997’de başlayan ve ilk aşaması 2012 yılında tamamlanacak olan bu uluslararası çabaya (geç de olsa) ortak olacağımızı gösteriyor. Peki global ısınmanın en önemli suçlularından biri olarak gösterilen otomotiv açısından bu protokol ne ifade ediyor ve bu süreç Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Acaba bu durum Türkiye Otomotiv piyasası için bir fırsat haline dönüştürülebilir mi?
Kyoto protokolü modern dünyanın son yıllarda üzerinde en çok konuştuğu konulardan biri. Dünyanın, tabir yerindeyse, “her geçen gün daha fazla ısınması” herkesi ilgilendiriyor: Atmosferdeki ısınmanın yaratacağı zincirleme etkiler hayatlarımızın kalitesini düşürecek, sağlığımızı bozacak ve hatta yakın zamanda dünya coğrafyasında değişikliğe yol açabilecek bir değişim. Bu değişimin önemli nedenlerinden biri olarak da kullandığımız araçların eksozundan çıkan sera (özellikle CO2 ve azot oksit) gazları gösterilirken, otomotivin iklim değişikliği ev alınması düşünülen önlemler konusundaki rolünü biraz daha yakından incelemekte fayda var.
Önce ozon tabakası delinmesi, şimdi küresel ısınma
Otomotiv sektörü suçlanmaktan bir türlü kurtulamıyor: 1990’lı yılların başında yine çevre odaklı ama bugünkü gündeme göre çok farklı bir suçumuz vardı: Ozon tabakasındaki delinmedeki en büyük etkenin yine otomobillerin eksozlarından çıkan gazlar olduğu iddia ediliyordu. O zamanlar otomotiv gündemine bomba gibi düşen bu durum, sektörü bir çözüm bulmaya zorladı ve bugün araçlarımızda standart olarak bulunan “Katalitik Konvertörler” üretildi. Eksozdan çıkan karbon monoksit ve azor oksit gazları, bu konvertörlerde bir kimyasal reaksiyona uğratılarak renksiz, kokusuz ve zararsız bir gaz olan karbondioksit (CO2) gazına dönüştürülüyordu. Evet, doğru okudunuz: Bugünün baş suçlusu olan CO2 gazı 90’lı yılların ilk yarısında tamamen zararsız bir gaz olarak görülüyor ve tüm ar-ge çalışmaları zehirli atık gazları zararsız karbon dioksit’e çevirecek mekanizmalar tasarlamak ve üretmek için yapılıyordu. Bu çalışmalar sonucu sadece katalitik konvertörler değil modern motor yönetim sistemlerinin temeli sayılan lambda sensörlü yakıt püskürtme sistemlerinin de temeli de atılmıştı.
Şimdi ise gündem tamamen değişti, ozon tabakasındaki incelme tehdidi ortadan kayboldu ama bu kez de CO2 gazının (zehirli bir gaz olmamasına rağmen) atmosferdeki ısının artmasına neden olma gibi bir etkisi olduğu ortaya çıktı. Sera gazı diye tabir edilen bir dizi gazın en önemlilerinden olan karbondioksit, ne ilginçtir ki, yine otomobil atık gazlarından biriydi; otomotiv yine suçluydu…
Kyoto Ne Diyor?
1997 yılında (yazının bu kısmı her nedense kaydedilmemiş. Eski kayıtlarımdan bulup zaman içinde tamamlamaya çalışacağım – Yalçın Arsan)
Bozup Tekrar Yapmak…
Otomotiv sektörü tarihinin en hareketli günlerini yaşıyor. Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi farklı ölçek ve içeriklerde de olsa tüm ülkeler devlet gayretiyle otomotiv sektöründeki durgunluğa bir çare bulmaya çalışıyor.
Diğer taraftan otomotiv devleri ise hayatta kalma savaşı veriyor. Bu ilginç dönemin nereye varacağını kestirmek güç ancak şurası kesin: Sektörümüz yavaş yavaş ama kalıcı bir değişim geçiriyor. Bu değişimin ölçeği çok büyük olabilir, olmaz dediğimiz şeyler artık olabilir. Özellikle 17 Şubat’ta halkın karşısına geçen ve Aralık’ta aldığı paraya ek olarak yeni bir kredi daha isteyen, Chrysler’in aksine sendikalarıyla henüz anlaşamamış ve uluslararası platformda yeni olasılıklar sunabilecek stratejik bir ortaklık kuramamış olan GM’in durumu kuşkulu.
Rick Wagoner, GM adına Aralık ayında devletten ilk parti yardımı isterken şirketinin batmasının maliyetinin 50 milyar dolara varacağını söylemiş ve 14 milyar dolarlık bir destek pakedi istemişti. Geçtiğimiz 17 Şubat’ta ise istediği rakamı iki katına (toplamda 30 milyar USD seviyelerine) çıkardı. Bu koşullar altında batma senaryosunun maliyeti olarak hesaplanan 50 milyar dolarlık maliyetle, GM’in istediği toplam 30 milyar dolarlık paket arasında pek de büyük bir fark kalmadı.
Buradaki önemli unsur şu: Eğer iflas ederse GM’in kontrolü devlete geçecek, GM’in istediği kredi verilirse şirketin yönetimi bugünkü hali ile kalacak ve bir süre daha yeniden yapılanma planının sonuç vermesi beklenecek. Soru ise daha zor: Amerikan halkında bugünkü hali ile GM’e inanacak sabır kaldı mı?
Olmayacak şeylerin olması devrinde GM’in -klasik anlamda batması değil- ama kontrollü bir şekilde iflası, operasyonu büyük ölçüde etkilenmeyecek bir yöntemle kontrolünün önce devlet eline geçmesi, yeni bir yönetim kadrosu kurulması, uygun koşullar oluştuğunda ise tekrar özelleştirilmesi hiç de olmayacak bir senaryo değil.
Kimi zaman iyi çalışmayan bir şeyi tamir etmeye çalışmaktansa, ortadan kaldırıp tamamen yeniden yapmak daha kolay ve verimli olabiliyor.
Sevgi ve saygılarımla
Yalçın Arsan
Yazının satış tabloları da içeren word versiyonuna erişmek için lütfen tıklayın